Yayınlar ->  Makaleler ->

Prof.Dr. Mustafa ALICI

"Allah Kainattaki varlıkları murat etmiş ama salih kullarını da sevmektedir.

Mahlukatın ortaya çıkmasında asli unsur muhabbettir"

 

"Muhabbet", "vüdd" ve "aşk", Tasavvuf kaynaklarında sıkça göze çarpan kavramlardandır. Bu kavramlar Kur’âni bir ifadeyle kulların Allah'ı Allah'ında kullarını sevdiği yakîn, kar­şılıklı ve çok derin bir sevgiyi ifade ederler, İslam’a göre Allah bütün mahlûkatı kendi ilahi iradesiyle bizzat isteyerek yaratmıştır ama Al­lah, kendi dostlarını sevmektedir. Büyük İslam âlimi ve sufi Îbnü'l-Arabî "bu sevgiyi" (hubb) tanımlarken ondaki arındırıcılığına vurgu yap­makta ve "Allah'a koşulan ortakların neden ol­duğu kararmalardan kurtarması sebebiyle hâlis sevgiye hubb" denildiğini aktarmaktadır. Vüdd kelimesi ise yine sufilerce sevginin çok temi­zine ve hâlisine verilen bir isimdir ki Allah'ın el-Vedûd îsm-i Şerifi, Esmâü'l-Hüsnâ'dan biri­sidir. Vüdd kelimesiyle Îbnü'l-Arabî hazretle­ri, hâlis sevginin devamlı ve kararlı olmasını, kalpte derinleşip yerleşmesini ve hâllere tecelli edip etki etmesini anlar. Ancak bununla bir­likte tasavvuf kitaplarında sevgi kavramı ola­rak vüdd/meveddet kavramı yerine daha çok hubb/muhabbet terimi tercih edilmiştir.

Sevgiyi belirten kavramlar Kur an-ı Kerim tarafından birkaç boyutla ele alınır;

  1. Bazı âyetlerde "hubb", kulların Allah'a olan iman ve muhabbetleridir
  2. Bazen hubb, Allah'ın çeşitli güzel vasıf­lara sahip kullarına olan şefkati, merhameti ve sevgisidir.
  3. Bazen de kul ile Allah'ın birbirilerine karşılıklı muhabbetleridir.

 

ilk dönem tasavvuf eserlerinde aşk kelimesi yerine daha çok hubb/muhabbet ve vüdd kelimeleri kullanılmıştır. Mutasavvıflardan Ebu'l Hasan Deylemî, Atfü'l-elif adlı eserinde bu ko­nuda şöyle der; "Şeyhlerimiz bunu (yani aşkı) sözlerinde kullanmadılar ya da şurada burada çok nâdir olarak kullandılar." derken ilk dönem mutasavvıflarının bu tavrına dikkat çekmek­teydi. Bunun öncelikli nedenlerinden biri de aşk kelimesinin Kur’ânda geçmemesiydi. Bu­nun temel sonucu olarak insan ile Allah arasın­da "maddi bir aşktan" söz etmek zâhir ulemâsı ve ehl-i hadîsin şiddetli muhâlefetine yol açmış olmalıdır. Gerçekten de Fukaha ve Mütekellimin gibi zâhir ulemâsı bu konuyu teşbîh, tecsîm, hulûl ve ittihad tartışmaları çerçevesinde ele almış insan ile Allah arasında bir âşık-mâşuk ilişkisinden bahsetmenin apaçık bir ilhada sebep olacağını dile getirmişlerdir.

Kur an-ı Kerim'deki pek çok âyette açıkça ifa­de edilmesine rağmen insanın Allah'ı, Allah'ın da insanı sevip sevemeyeceği konusundaki tar­tışmaların yaşandığı bir ortamda aşk kavramı ister istemez gözardı edilmek durumunda kal­dı. Bundan dolayı Ehl-i Tasavvufun klasik kay­nakları çoğu kez "aşk" kavramını kullanmaktan kaçınmış ve onunla hemen aynı manaya gelen "muhabbet-i ilâhî" kavramını tercih etmişler­di. Söz gelişi Ebu Nasr Serrâc, tasavvuf klasik­lerinin ilklerinden olan Kitâbü’l-lüma fi't-tasavvuf adlı meşhur eserinde muhabbeti, "Sâdık ve âriflerin muhabbetidir ve Hakk'ın sıfatlarını kazanmakla ilgilidir." şeklinde tanımlar.

Ebû Tâlib Mekkî ise Kalplerin Azığı (Kûtu'l-kulûb) adını verdiği eserinde "muhabbeti" âriflerin en yüksek makamlarından birisi ve Allah'ın nihayetsiz kereminden ihlâslı kulları­na hibesi" olarak değerlendirir. Allah'a muhab­bet duyanların bazı mertebeleri olduğunu ifa­de eden Mekkî, ahlaki bir bakış açısıyla konuya yaklaşarak, Allah'ı "en çok seven" kimselerin ahlak olarak en güzel sıfatlara sahip olduğu­nu söyler ve muhabbetin güzel sıfatları doğu­ran, kötü sıfatlardan uzaklaştıran karakterine dikkat çeker. Kalbin zâhiri organı olan fuâd formundan kalbin bâtınî organı olan süveydâ formuna doğru yükselen mertebeleri bulun­duğunu belirterek özellikle iman ile muhabbet arasındaki ilişkiye işaret eder. Buna göre gerçek muhibb, gerçek mümindir.

Bir diğer sufi olan Kuşeyrî ise muhabbe­ti "yüce bir hâl" olarak değerlendirir ve Allah ile kul arasındaki muhabbetin "karşılıklı" olu­şuna vurgu yapar. Kulun sevgisinin onun Al­lah'a karşı tutum ve davranışlarında dikkatli ve özenli olmaya götürmesi gerektiğini söylerken bu durumun bir ihtitât (kaplama, kuşatma) an­lamına gelmeyeceğini açıklar.

Kuşeyrî'ye benzer bir tavrı Hucvirî'de de görmek mümkündür. Hucvirî, Allah ile kul arasında bir muhabbetin olmasını prensipte mümkün görmekle birlikte o, bu sevginin Al­lah tarafından olması hâlinde sevdiği kuluna ihsan ve nimet vermesi, onu azap ve sıkıntıdan kurtarması anlamına geldiğini, kulun Allah'a olan muhabbetinin ise emir ve isteklerine mut­lak itaat, Hakk'ın rızasını talep etme ve onun zikrini yerine getirme gibi konularda kendini gösterebileceğini savunur.

Ünlü mutasavvıflardan İbnü’1-Arabî ise mu­habbet yerine ilahi aşk kelimesini kullananlar­dandır. Ona göre ilahi aşk, insan vücudunun bütün organlarına, bütün duyularına ve ruhu­na işler. Damarlarındaki kan gibi her yerin­de deveran eder, insanın eti olur. Vücudunun bütün mafsallarına girer, öyle bir hâle gelir ki ondan başka bir şeye yer kalmaz. Böyle bir hal­deyken artık kimle konuşsa aslında sevgilisiyle konuşur, başkasından bir şey duysa sevgilisin­den duymuş gibi olur, neye baksa sevgilisinden başka bir şey görmez olur. İşte o zaman bu sev­gi aşk adıyla anılır.

Tasavvufun temelini oluşturan zühd döne­mi hakkında bilgi veren kaynaklar o dönem zâhidlerinin daha çok Allah korkusu, cennet ümidi ve cehennem korkusu, hüzün ve gözya­şı dökme gibi zühd döneminin karakteristik özelliğini taşıdıklarını söylerler. Bu dönem zâhidleri arasında farklı tarzı ve ifadeleriyle öne çıkan isimlerden birisi olan Râbiatü'l-Adevî'yi (ö. 185/801) zikretmek yerinde olur. Yaşadığı dönemde muhabbet kavramını hem de Allah için kullanan ve muhabbet-i ilâhî hakkında söz söyleyenlerin ilki bir kadındır.

Ebu'l-Hasan Deylemî ise insan ile Allah arasında bir aşkın olmasına cevaz veren sûfîler arasında Abdulvâhid b. Zeyd ve arkadaşla­rını, Bâyezid-i Bistâmî'yi, Cüneyd Bağdâdî'yi, Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc'ı ve kendi şeyhi olarak zikrettiği îbn Hafîf Şirâzî'yi zikreder. Bunlara ilave olarak Zü’n-Nûn el-Mısrî, Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî, Ebûbekir Vâsıtî, Ebu'l-Ha­san el- Husrî, Şiblî, İmam Gazzali'nin kardeşi Ahmed Gazzâlî de ayrıca zikredilebilir.

Bunlar içinde Ahmed Gazzâlî aşkı, öncelikle ezelî ve ilâhî bir hakîkat olarak tanımlar. Ona göre;

  1. Aşk, ezelde neşet eden ve Zât-ı Ehadiyyete ait bir hakikattir.
  2. Mutlak hakîkat, mutlak aşktır.
  3. "O (aşk) kuşun ve yuvanın bizzat ken­disidir; yani zâtın ve sıfatın, tüyün ve kanadın kendisidir. Havanın da uçanın da kendisidir. Avcının ve avın, hedefin ve hedef edilenin, tâlibin ve matlûbun kendisidir.
  4. Evvelin ve âhirin, sultanın ve tebânın, kılıcın ve kının bizzat kendisidir. O hem bahçe hem ağaç, hem de meyvedir."
  5. Mahlukatın ortaya çıkmasında aslî un­sur, muhabbettir.
  6. Varlık, mutlak manada aşk ile özdeştir.

 

Tasavvufun aşk konusunda dikkat çektiği konulardan birisi de aşk-ruh özdeşliğidir. Buna göre rûh ile aşk, aynı hakikattendir ve başlan­gıçta mahiyet yönüyle birdirler; ne aşk ne de rûh tek başına mevcut değildir. Ruh sırasıyla aşkın sedefi, aşkın sarayı, cânın (ruh) eyvanı hatta aşk emânetinin mutlak taşıyıcısıdır.

Sufi geleneğinde aşk konusunda yer yer dile getirilen diğer bir kavram da güzelliktir. Bu açıdan düşündüğümüzde âşık ve mâşuk kav­ramlarını, hüsün ve cemâl kelimeleriyle ifade edebileceğimiz güzellikten ayrı değerlendire­meyiz. Mutlak güzellik olan hüsün ve cemâle sahip olan mahbub yani mâşuk, bu hüsün ve cemâli görendir; bunu idrâk eden ise âşıktır. Bütün bu kemâlât "küntü kenz" mertebesinde gizliyken bu kemâlâtın izhârı için tecellî yani güzelliğin açığa çıkması ancak bir meclâ yani tecellîgâh vasıtasıyla olur. Bu vasıta, âşığın aşk aynasıdır. Aşkın aşk olabilmesi için muayyen istikamete yani bir kıbleye ihtiyaç vardır. Bu kıble, tek kelimeyle söylersek temâşâ mahalli olan Hakk'ın güzelliği ve muhabbetidir.

 

Fotoğraf Galerisi

Bu Sayfayı Sosyal Medya Hesabınızda Paylaşabilirisiniz